Selamlar,
Günlüğü genel olarak hareket kontrolü ve otomasyon dünyası arada teknoloji ile ilgili genel günlükler yayınlama amacıyla açmıştım. Geçenlerde üniversitedeki türkçe dersi için yazdığım bi yazı geçti elime... Tükkan bizim olduğu için cama asıyorum.
BİR GÜN
Günlüğü genel olarak hareket kontrolü ve otomasyon dünyası arada teknoloji ile ilgili genel günlükler yayınlama amacıyla açmıştım. Geçenlerde üniversitedeki türkçe dersi için yazdığım bi yazı geçti elime... Tükkan bizim olduğu için cama asıyorum.
BİR GÜN
Tembellik
Kedi:
Kötü
günler… Gündüzleri hala çok güzel geçiyor ama geceleri üşüyorum. Hiç
istemediğim halde insanların yaşadığı büyük evlerin çatı saçaklarının altına
sığınmak zorunda kalıyorum. Evet bu sene de değişmedi bu durum. Tamam, henüz
kara kış tam anlamıyla kendini göstermiş değil. Fakat bu günlerde ciddi bir
hazırlığa girişip kışın yaşayacağım barakamı inşa etmezsem, soğuklar her daim
tepelerinde fırtınalar koptuğu söylenen, tepelerinden beyaz rengin dört mevsim
eksik olmadığı yalçın dağlardan, dağların eteklerine indiğinde, bir insanın
evinde yaşamak zorunda kalacağım.
Kahretsin,
yine böyle olacak galiba, tüm ilkbaharı ve yazı
uçuşan kelebekleri kovalayarak, toprak altından çıkan solucanlarla
oynayarak, minik fındık farelerini yakalayıp afiyetle yiyip ulu bir ağacın
altında uyuyarak geçirdiğim için mutsuzum… Aslında bunun için değil galiba
mutsuzluğum. Sadece artık insanlara sığınmak zorunda kalacağım için… Ne güzel
geliyordu yarını düşünmeden, gönlünce yaşamak.
Mecburen
yağmurlu bir gece vaktinde bir kapının önüne gidip ağlayacağım, sesime
dayanamayarak kapıyı açacaklar ve içeri alacaklar beni. İnsanların evine
sığınacağım. Beni tüm kış barındırmaları için evlerinde keyifle vakit
geçirdiğimi zannetmeleri gerekiyor. Bunun için onların paçalarına sürtünerek
gezineceğim, küçük çocuklarına –canavarlar mı desem- mırıl mırıl sesler
çıkartarak yalakalık yapacağım…
Bunu sevdiğimi nasıl
düşünebiliyorlar bilmiyorum ama böyle düşünüyorlar. Önüme attıkları bir yün
yumağı ile sabahtan akşama kadar oynayarak onlara maskaralık yapmamı
bekliyorlar. Onları yeterince eğlendirebilirsem, yedikleri yemeklerin
artıklarından ne bulurlarsa, bir gün bir tavuğun bacağını, bir başka gün, henüz
büyüyüp bir mevsim bile görmeye fırsat bulamamış zavallı kuzucuğun kuyruğundan
yağlı bir parçayı hak ettiğimi düşünüyorlar. Bundan zevk alıyorlar,
inanabiliyor musun? Bir de kuyruğumu çekiştirip durmaları, kulaklarımla,
bıyıklarımla oynamalarına ne demeli… ne kötü…
Geçen
sene içine düştüğüm bu batağa, bu sene de düşmek istemiyorum. İnanır mısın, o
küçük canavarlardan birisi, kafamın üzerinden taa kuyruğuma kadar bir şey
yapıştırmıştı geçen sene. Ne yaptı, nasıl yaptı anlamadım ama dengemi bir türlü
sağlayamamıştım. Ben ki, bir defasında şu ileride dalları yere kadar uzanan
yaşlı ağacın tepesinde serçe avlamaya çalışırken, ayağım kaydığı için, ağacın
en tepesinden yere düşmüştüm de havada dengemi sağlayarak dört ayak üstünde
inmeyi başarmıştım yere… Fakat bu canavar ne yaptıysa, ne kadar uğraştıysam
dengemi sağlayıp da ayağa kalkamadım… Nasıl da kahkahalar atmıştı. Aynı hafta
içinde, teneke kutunun içinde akkor hale gelmiş kömürleri tutup ters
çevirdikleri, adına maşa dedikleri demir parçasını kutunun içinden çıkartıp
bana vurmuştu... Hala izini taşıyorum arka bacaklarımda. Hepsi uykudayken, gözlerine bir pençe atmamak
için zor tutuyorum kendimi.
Gece
soğuk bastırdığında, kutunun altındaki yüzü yer yer kararmış sıcacık mermer
taşın üzerine kıvrılıp yatabilmek için ödenebilecek bir bedel gibi gözüküyor
olabilir.
Peki incinen gururum, kırılan
kalbim ne olacak? Yeniden bu canavarın oyuncağı olmak istemiyorum. Artık tek
başıma başarmam gerekiyor.
Artık bu sene olmasa da, belki
bir gün.
Mutsuzluk
Kadın:
Dökülen yaprakları izliyorum,
bu asırlık ağaçların canlanmasını izlediğim gibi. Yemyeşil yapraklara büründü
çıplak bedenleri. Yaprakların sararmalarını da buradan izledim. Her sene olduğu
gibi… Yine aynı yerden… Aynı yola… Aynı kıvrılan, uzaklara gidermiş gibi
yapıp, az ilerdeki bodur ağaçların
arkasından, sene boyunca sessiz sedasız, iplik iplik aktığı halde bu mevsimde
birden, sesini köyümü çevreleyen kocaman dağlara duyurmak istercesine
çağlayarak akan derenin üzerinden, beni küçük dünyama, benim, annemin, onun
annesinin ve belki on beş göbektir tüm ailemin yaşadığı küçük köyüme bağlayan o
küçük, taş köprüye giden yola bakıyorum.
Köyüm, etrafı yemyeşil etekleri ve kocaman kayalardan örülmüş bedeniyle
çocukken bembeyaz yüzlü dedeciğimden dinlediğim Kaf dağını andıran, soğuğun her
daim tepelerine hâkim olduğu yalçın dağlarla sarılmış, bir küçük kızın çeşmeden
su içmek için iki elini birleştirerek oluşturduğu bir çukurdaymış izlenimi
veren, şehrin ve kalabalığın keşmekeşinden uzakta, yalnız ancak mutlu bir kadın
gibi sessiz sedasız hayatını sürdüren bir köy... Bu çanağı senin dünyanla
bağlayansa, köyümün tüm tarihine tanıklık etmiş eski tren garı ve senenin bu
vakitlerinde ormancıların kestikleri ağaçları yürüyerek 2 saatte gidebildiğimiz
kasaba merkezine götürmek için kullandıkları yorgun deremiz. Ancak tren ayda
yılda bir uğrar köyüme. Ormancılar da ağaç tomruklarını, köyümüze hiç
uğramadan, az yukarıdan dereye bırakırlar, ve o tomruklar suyun cazibesiyle
kasaba merkezine kadar kendi halinde gider.
Burada öylesine kendi halinde ki her şey, dere üstünde yüzen tomruklar, köprüye giden taş yolum, bodur ağaçlarım, ahşap, beyaz pervazlı, civit mavisi pencerem -penceremi sonbaharın baskın rengine uyacağı düşüncesiyle maviye ben boyadım bu arada- taş duvarlarım, yemyeşil çimenliklerim, kocaman dağım… Her şey, kendi halinde gönlünce baharın tadını çıkartıyor. İlkbaharın, son baharın… Baharın işte. Her şey, her zaman, bir şeylerin tadını çıkartıyor bir nevi.
Güneş kollarını uzatacak birazdan. Tam olarak üşümek denemese de, gelen soğuk havanın tenimde yarattığı ürperti bir anda geçecek. Yanaklarıma uzanacak elleri. Her gün bu saatlerde olduğu gibi… Bu gün olmasa da, bir başka gün uzaklardan bu kendihalindeliği dağıtacak metalik bir çığlık belli belirsiz duyulacak önce, gittikçe artacak bu çığlık. Buraya bir başka elden gelen tek ses… Trenin sesi. Ve giderken ben de o trenin içinde olacağım, artık yeter. Her ne kadar bu dünya, güzelliğini kutsal kitaplarda geçen, aklına gelebilecek her türlü güzelliği içinde barındıran, hatta güzelliğin saf hali olan cennetten ödünç almış olsa da, ben on beş göbektir tüm ailemin hayatını geçirdiği, cennetin bu çanağında kapana kısılmak istemiyorum.
Bunu elleri yıllardır derede çamaşır yıkamaktan buruş buruş olan anneme söylediğimde, gözleri kararıp fenalaştı anneciğim. Bir müddet sonra ayıldı ve ellerimi tuttu. Gözlerimin içine bakarak, anlamaz bir halde, neden böyle bir karar verdiğimi anlamaya çalıştı. Aslında verdiğim bu karar bir anda verilmiş değildi, fakat ömrünün hiçbir döneminde, bodur ağaçların arkasındaki taş köprünün ötesine geçmeyi düşünmemiş anneciğime nasıl anlatacağım bunu… Ben başka dünyalardan bahsettim ona, o da mevsimi geldiğinde buranın yeniden güzel olacağını, göçmen kuşların yeniden geleceğini, derenin yeniden sakinleşeceğini ve bizim de o derede yüzeceğimizi, dağlara, kırlara çıkıp piknik yapacağımızı anlattı durdu saatler boyunca… Buraya güzelliğini veren ilkbaharda yahut yaz değil ki.. Ben bu güzelliğin içinde yitip gitmek istemiyorum ve yıllardır bu düşünce kemiriyor beynimi.
Hâlbuki geçen sene kara kışın ortasında eve aldığım kedim ne kadar mutluydu benim kaçıp gitmeye çalıştığım bu evde… Yumuşacık tüyleri vardı, okşanmaktan zevk alıyordu, biraz yaramazdı gerçi, ortalıkta akşama kadar dolanıyor, gece garip sesler çıkartıyordu… Mırıldanıp duruyor, kardeşimle oyun oynuyordu sürekli… Geceleri sürekli odunla beslediğimiz sobamızın dibine kıvrılıyor, verdiğimiz minicik bir kemiği sabaha kadar kemirip duruyordu. Bu ev de onun küçük cennetiydi, köyümün benim için olduğu gibi. Onun gibi küçücük bir dünyada mutlu olmayı neden başaramıyorum bilmiyorum.
O tren gelecek ve giderken ben de içinde olacağım… Bir gün…
Mutluluk
Burada öylesine kendi halinde ki her şey, dere üstünde yüzen tomruklar, köprüye giden taş yolum, bodur ağaçlarım, ahşap, beyaz pervazlı, civit mavisi pencerem -penceremi sonbaharın baskın rengine uyacağı düşüncesiyle maviye ben boyadım bu arada- taş duvarlarım, yemyeşil çimenliklerim, kocaman dağım… Her şey, kendi halinde gönlünce baharın tadını çıkartıyor. İlkbaharın, son baharın… Baharın işte. Her şey, her zaman, bir şeylerin tadını çıkartıyor bir nevi.
Güneş kollarını uzatacak birazdan. Tam olarak üşümek denemese de, gelen soğuk havanın tenimde yarattığı ürperti bir anda geçecek. Yanaklarıma uzanacak elleri. Her gün bu saatlerde olduğu gibi… Bu gün olmasa da, bir başka gün uzaklardan bu kendihalindeliği dağıtacak metalik bir çığlık belli belirsiz duyulacak önce, gittikçe artacak bu çığlık. Buraya bir başka elden gelen tek ses… Trenin sesi. Ve giderken ben de o trenin içinde olacağım, artık yeter. Her ne kadar bu dünya, güzelliğini kutsal kitaplarda geçen, aklına gelebilecek her türlü güzelliği içinde barındıran, hatta güzelliğin saf hali olan cennetten ödünç almış olsa da, ben on beş göbektir tüm ailemin hayatını geçirdiği, cennetin bu çanağında kapana kısılmak istemiyorum.
Bunu elleri yıllardır derede çamaşır yıkamaktan buruş buruş olan anneme söylediğimde, gözleri kararıp fenalaştı anneciğim. Bir müddet sonra ayıldı ve ellerimi tuttu. Gözlerimin içine bakarak, anlamaz bir halde, neden böyle bir karar verdiğimi anlamaya çalıştı. Aslında verdiğim bu karar bir anda verilmiş değildi, fakat ömrünün hiçbir döneminde, bodur ağaçların arkasındaki taş köprünün ötesine geçmeyi düşünmemiş anneciğime nasıl anlatacağım bunu… Ben başka dünyalardan bahsettim ona, o da mevsimi geldiğinde buranın yeniden güzel olacağını, göçmen kuşların yeniden geleceğini, derenin yeniden sakinleşeceğini ve bizim de o derede yüzeceğimizi, dağlara, kırlara çıkıp piknik yapacağımızı anlattı durdu saatler boyunca… Buraya güzelliğini veren ilkbaharda yahut yaz değil ki.. Ben bu güzelliğin içinde yitip gitmek istemiyorum ve yıllardır bu düşünce kemiriyor beynimi.
Hâlbuki geçen sene kara kışın ortasında eve aldığım kedim ne kadar mutluydu benim kaçıp gitmeye çalıştığım bu evde… Yumuşacık tüyleri vardı, okşanmaktan zevk alıyordu, biraz yaramazdı gerçi, ortalıkta akşama kadar dolanıyor, gece garip sesler çıkartıyordu… Mırıldanıp duruyor, kardeşimle oyun oynuyordu sürekli… Geceleri sürekli odunla beslediğimiz sobamızın dibine kıvrılıyor, verdiğimiz minicik bir kemiği sabaha kadar kemirip duruyordu. Bu ev de onun küçük cennetiydi, köyümün benim için olduğu gibi. Onun gibi küçücük bir dünyada mutlu olmayı neden başaramıyorum bilmiyorum.
O tren gelecek ve giderken ben de içinde olacağım… Bir gün…
Mutluluk
Tırtıl:
Daha dün uzun uzun düşünmüş ve karar vermiştim. Dünyadaki en güzel şey, bu ağacın üzerinde bir yukarı, bir aşağı dolaşıp, sulu yapraklarının tadını çıkartmak. Ancak anlamadığım bir şeyler oluyor hayatıma. Yaz boyunca belli belirsiz gelen su sesi sanki daha bir gür geliyor. Ağacımın özsuyu çekilmeye başladı, bir yudum su için her gün daha derine inmem gerekiyor. Yağmurlar iki güne bir yeniden yağıyor. Ağacıma da bir şeyler oldu. Bu kadar yağmur yağmasına rağmen, yaprakları dökülüyor. Güneş de eskisi kadar ısıtmıyor artık beni. Ömrüm boyunca böyle bir şey hayal etmemiştim ama bu değişimi izlemek çok zevkli. Anneciğim bu günlerden bahsetmişti. Bunun kıyamet olduğunu anlatmıştı, tüm ömrüm boyunca bu günlerin kapımı çalacağını biliyordum. Her günün tadı ayrı güzeldi bu ağaçta. Bunun bir sonu olacaksa, şu altı aylık ömrümün her bir saniyesinde hayal ettiğim gibi olacak, annemin anlattığı gibi. Dün gökyüzünden süzülerek toprağa düşen bir kelebeğin son anlarında yüzünde beliren gülümsemeyi düşündükçe.
Bu gün o gün olmalı. Yarın sabah kalktığımda, yaprakların yüzeyi gibi minicik, gökkuşağı renklerinde tüylerle kaplı kanatlarım olacak. Ağacımın üzerine düşen dağların gölgesi yavaş yavaş bana doğru yaklaşacak, güneş henüz daha olgunlaşmamış, ince bir zar gibi olan kanatlarımı gecenin soğuğundan koruyacak olan kozamı hafifçe ısıtmaya başlayacak. Ağacımın dibinde tüm hayatım boyunca bana yarenlik eden beyaz yapraklı çiçeğim, yeni ve belki de son gününe uyanırken, ben de adına koza dedikleri, güzellik maskemi üzerimden çıkartacağım.
Her yer bembeyaz olacak. Kanatlarımı olanca gücümle birkaç kez çırparak, kendimi rüzgârın dalgalarına bırakıp, evimi, yurdumu, sevgilimi, ağacımı göreceğim. Sonra yükseklere çıkacağım, daha yükseklere… Bulutların üzerine. Daha üstünde ne varsa oraya… En üste çıkacağım. Ağacıma, ağacımın arkadaşlarına, ailesine bakacağım. Yukarıdan da, buradan gözüktüğü kadar çok ağaç var mı acaba… Acaba onlardan birisinde yaşasaydım bütün hayatımı, yine bu kadar mutlu olabilecek miydim?
Kıvrıla kıvrıla uçacağım, dans edeceğim rüzgârla. Şarkılar söyleyeceğim ona, sesimi, şarkılarımı uzaklara götürsün diye. Sonra çiçeğimin yapraklarına konacağım bir defa. Gezeceğim işte, sabahtan akşama kadar, bir daldan ancak bir başka dala değil… Rüzgârın gücüyle, sesini sürekli duyduğum suya kadar uçacağım. Ağacıma daha iyi bakmasını söyleyeceğim ona. Böylece, yarın son ve en güzel günüm olarak.
Daha dün uzun uzun düşünmüş ve karar vermiştim. Dünyadaki en güzel şey, bu ağacın üzerinde bir yukarı, bir aşağı dolaşıp, sulu yapraklarının tadını çıkartmak. Ancak anlamadığım bir şeyler oluyor hayatıma. Yaz boyunca belli belirsiz gelen su sesi sanki daha bir gür geliyor. Ağacımın özsuyu çekilmeye başladı, bir yudum su için her gün daha derine inmem gerekiyor. Yağmurlar iki güne bir yeniden yağıyor. Ağacıma da bir şeyler oldu. Bu kadar yağmur yağmasına rağmen, yaprakları dökülüyor. Güneş de eskisi kadar ısıtmıyor artık beni. Ömrüm boyunca böyle bir şey hayal etmemiştim ama bu değişimi izlemek çok zevkli. Anneciğim bu günlerden bahsetmişti. Bunun kıyamet olduğunu anlatmıştı, tüm ömrüm boyunca bu günlerin kapımı çalacağını biliyordum. Her günün tadı ayrı güzeldi bu ağaçta. Bunun bir sonu olacaksa, şu altı aylık ömrümün her bir saniyesinde hayal ettiğim gibi olacak, annemin anlattığı gibi. Dün gökyüzünden süzülerek toprağa düşen bir kelebeğin son anlarında yüzünde beliren gülümsemeyi düşündükçe.
Bu gün o gün olmalı. Yarın sabah kalktığımda, yaprakların yüzeyi gibi minicik, gökkuşağı renklerinde tüylerle kaplı kanatlarım olacak. Ağacımın üzerine düşen dağların gölgesi yavaş yavaş bana doğru yaklaşacak, güneş henüz daha olgunlaşmamış, ince bir zar gibi olan kanatlarımı gecenin soğuğundan koruyacak olan kozamı hafifçe ısıtmaya başlayacak. Ağacımın dibinde tüm hayatım boyunca bana yarenlik eden beyaz yapraklı çiçeğim, yeni ve belki de son gününe uyanırken, ben de adına koza dedikleri, güzellik maskemi üzerimden çıkartacağım.
Her yer bembeyaz olacak. Kanatlarımı olanca gücümle birkaç kez çırparak, kendimi rüzgârın dalgalarına bırakıp, evimi, yurdumu, sevgilimi, ağacımı göreceğim. Sonra yükseklere çıkacağım, daha yükseklere… Bulutların üzerine. Daha üstünde ne varsa oraya… En üste çıkacağım. Ağacıma, ağacımın arkadaşlarına, ailesine bakacağım. Yukarıdan da, buradan gözüktüğü kadar çok ağaç var mı acaba… Acaba onlardan birisinde yaşasaydım bütün hayatımı, yine bu kadar mutlu olabilecek miydim?
Kıvrıla kıvrıla uçacağım, dans edeceğim rüzgârla. Şarkılar söyleyeceğim ona, sesimi, şarkılarımı uzaklara götürsün diye. Sonra çiçeğimin yapraklarına konacağım bir defa. Gezeceğim işte, sabahtan akşama kadar, bir daldan ancak bir başka dala değil… Rüzgârın gücüyle, sesini sürekli duyduğum suya kadar uçacağım. Ağacıma daha iyi bakmasını söyleyeceğim ona. Böylece, yarın son ve en güzel günüm olarak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder